mevzubahis şairin en büyük arzusu her ne kadar sevgilisine kavuşmakmış
gibi görünse de asıl derinlerdeki gizli kalmış isteği kendisini
beğendirmektir. bu yolda aşk acısı sandığı şey ise beğenilmemenin
verdiği düş kırıklığıdır ki bu da insanın kafasındaki aşk olgusunu
sorgulamasına neden olur.
neden bizi sevmeyeni severiz, neden hep zoru seçeriz? aşk dedikleri şey bizim düşündüğümüzden farklı olabilir mi acaba? neyse ben az susayım da hikayeyi okuyun.
genç şair siyah meşin ciltli ufak kitabı havaya kaldırarak bağırdı:
-bundan daha yükseğinin bulunduğunu söyleyemez, sevgilim benim eserimden daha güzelini okuduğunu iddia edemez ya.-
gözlerinde, erimiş bir madenin oynak parlaklığı ve yanık yüzünde bir ekmek kabuğunun kırmızımtırak donukluğu vardı.
yer
ayaklarının altından itiyormuş, yahut gökyüzü kendisini çekiyormuş gibi
yukarıya uzanıyor; vücudunu insanlıktan ayıran bir buğu, hareketlerine
gökyüzündekilere mahsus sarhoşluğu veriyordu. çimenler üzerinde uçuşan
beyaz kağıtlar, ki bunlar elindeki şaheserin müsveddeleriydi, yüzüne
sisten yaratılmış küçük kuşlar gibi dokunup geçiyorlar ve sonra
bahçedeki beyaz güllerin, kan rengi karanfillerin, bıçak gibi keskin
kokulu sardunyaların, yaşmaklı bir kadına benzeyen zambakların, ince
sapları üzerinde alevli bir meşaleyi hatırlatan lalelerin ve renkli
maskeleriyle eski yunan aktörlerini andıran hercaimenekşelerin üstüne
konuyorlardı.
ve genç şair gülüyordu; yüzünün hiçbir çizgisini
değiştirmeyen fakat bir nehir coşkunluğuyla dökülen bir gülüş esmer
yanaklarına yayılıyordu.
çünkü o bugün şaheserini bitirmişti.
siyah meşin ciltli kitabın sahifelerine bakarak haykırdı:
-artık
hiç kimse benden yüksek değildir; homeros veya başkası! ben bunlara da
tepeden bakıyorum. ve sevgilim benden daha iyi yazanları gösteremeyecek.
ancak herkesten yüksek şeyler yaratırsam beni seveceğini söylemişti.
işte, benden evvel gelenlerin ve benden sonra gelecek olanların
yetişemeyecekleri yüksekliğe çıktım. ve yalnız kendisi için yazdığım bu
kitabı ona verdiğim zaman o da benim için sakladığı kalbini verecek…-
kitabın
sahifelerinden gözlerini ayırmayarak yürüdü. ıslak çimenleri çiğneyerek
ve ayağının altında ezilen menekşelere dikkat etmeyerek, iki tarafı
mermer direkli bir kapıdan evine girdi.
ve şaheserini sevgilisine yolladı.
tam
sekiz sene evveldi ve o zaman genç şairin şakaklarında şimdiki gibi
beyaz teller, gözlerinin kenarlarında yorgunluk çizgileri yoktu. yüzünün
derisi beyaz bir güle, dudakları kırmızı bir güle benzerdi. ve
memleketin kadınları onun şiirlerini sonsuz bir baygınlık ve şehvetle
okurlardı. bu esnada gözlerinin önüne mısraları gibi tatlı ve ince
endamıyla genç şair gelirdi.
fakat güzelliğinin derecesi insan
güzelliği hudutlarını aşan bir genç kız vardı ki bunlara istihfafla
(alay) dudaklarını bükmek acayipliğinde bulunuyordu.
ve genç şair, yazıları karşısında kendinden geçmeyen bu fevkalade kızı seviyordu…
-sevgilim-
dedi, -mısralarım ki hind’in ipeklileri kadar ince dokunmuş ve iran’ın
kıymetli halıları gibi hünerli renklerle süslenmiştir, niçin senin
kalbini heyecana getiremiyorlar? geceyi terennüm eden şarkılarım sana
kendi gözlerini; gün doğuşunu anlatan şarkılarım sana dudaklarının
rengini hatırlatmıyor mu? dalgalara ait şiirlerimde dağınık saçlarının
tellerine rast gelmiyor musun?-
-belki böyle olabilir…- diye genç
kız cevap verirdi, -belki böyle olabilir, genç şair, fakat benim seni
sevmem için daha başka şeyler yazabilmen lazımdır. bana tanımadığım
şeylerden, saklı güzellikler ve hakikatlerden bahsedebilir misin? ve
bunları herkesten daha güzel olarak yazacak kudreti kendinde buluyor
musun?
güzel yazıyorsun ey şair, derin ve azametlisin, fakat fuzuli daha derin, goethe daha azametli değil miydi?
söyle, ihtiras ve çılgınlıkta shakespeare’i, istihza (üzüntü, umutsuzluk) ve ıstırapta dante’yi geçebilir misin?-
ve
genç şair anlıyordu ki, bu büsbütün başka bir mahluktur. kadınları
hayran eden, çeken şeylerin buna tesiri yok. çünkü bu kızın gözleri
baktığı şeyleri görüyordu ve sinirlerinde hissetmek, kafasında düşünmek
kabiliyeti vardı…
ve genç şair cevap verirdi:
-içimdeki
ateş, herkesin ısınmak için bana sokulmasına kafiydi. ben de onu üfleyip
çoğaltmak, orada bir yangın yapmak ihtiyacını duymuyordum… lakin, ey
sevgilim, görüyorum ki bu, kıvılcımlarını senin kalbine sıçratamayacak
kadar fersizmiş. fakat bunu yanardağ yapacak kudret bile bende var. sana
söylediklerini aratmayacak eserleri getireceğim, sevgilim ve o zaman
kalbini bana vereceksin…-
-ve o zaman kalbimi sen alacaksın!..-
ve
genç şair bir ay şehrin etrafındaki ormanları dolaştı, ki orada yerlere
kadar uzanan dalların pembe dudaklı çapkın gelinciklerden, sarışın ve
hayalci papatyalardan aldığı gürültüsüz öpücüklere, yalnız sinsi sinsi
yürüyen yabankedileriyle, daima koşan ürkek karacalar mani oluyorlardı.
ve
bir ay geniş nehirlerin üzerinde kayıkla dolaştı ki, orada, boyalı
teknelerinde ağlarını temizleyen ihtiyarlar, tatlı sesli su perilerinin
toy balıkçıları bataklık sazlarının içine nasıl çektiklerine dair acıklı
türküler söylüyorlar; ve geceleri küçük balıklar, ayın nehre avuç avuç
serptiği gümüş kırıntılarını toplamak için, suyun üstünde sıçrıyorlardı.
ve
bir ay, geceleri şehrin içinde gezerek, birbirinin göğsünde uyuyan
çiftleri, sokaklarda bir tek gölge halinde dolaşan sevdalıları gördü.
korulardaki sık ağaçların altını ve alçak duvarlı bahçelerde ay ışığının
giremediği karanlık köşeleri gözetleyerek sonsuz veda monologlarını
veya kıskanç aşıkların yeis dolu şikayetlerini dinledi.
ve üç ay sonra, gümüş bir kalemle gümüş ciltli bir deftere geçirdiği şiirleri sevgilisine yolladı.
fakat bu defter, zehirli dikenlerle yazılmış gibi acı satırları taşıyan bir cevapla geri geldi. genç kız:
-heyhat,
zavallı şairim- diyordu, -şiirlerin ihtiyar ve zengin çiftlik sahibinin
kızını ağlatacak ve valinin mağrur yeğenine önünde diz çöktürecek kadar
güzeldir. sokaktan geçtiğin zaman kadınlar pencerelerden eskisinden
daha çok sarkacaklar, ihtimal minimini ipek mendillerini de -tabii
dalgınlıkla- ayaklarının dibine düşüreceklerdir. fakat bütün bunlar beni
sana yaklaştırmaya kafi değil..
gerçi gördüğün ve yazdığın
şeyler fevkaladedir. lakin ben de seninle beraber olsaydım onları aynı
şekilde görecek değil miydim? hangi şey bana bilmediklerimden bahsetti?
belki şiirlerin bizzat hayat kadar tesirli ve tatlı yazılmıştı, saf ve
iyilikle doluydular; fakat söyle, horatius senden kat kat tesirli ve
tatlı değil miydi? vergilius, ilahi vergilius kadar temiz ve hayır
isteyici olmak elinden geliyor mu?-
genç şair tükenmez
hıçkırıklarla minderlerin üstüne atıldı. yüzükoyun kapanarak ağlıyor,
ağlıyordu. hayatlarında hiç sevmemiş olanların tahayyül edemeyecekleri
bir acı onu boğuyor; sanki gür alevli bir meşale göğsünün içerisinde
dolaşarak kaburgalarını yalıyormuş gibi kıvranıyordu.
kendisini
tutmak isteyerek, beyaz dişlerini mor kadife yastıklara geçirdi… göğsünü
saran bir sesle kesik kesik: -yazacağım sevgilim- dedi, -sana
istediklerini yazacağım!..-
ve genç şair altı ay memleketin bütün
büyük filozoflarını, şairlerini dolaştı. şehrin birinde, uzun siyah
sakallı, tepeleri çıplak filozoflar, eskimiş cübbelerinin geniş
kollarını sallayarak ona aristoteles’ten, epikür’den veya ibni rüşt’ten
bahsettiler.
ve gözlerinde, başka bir aleme bakmaktan doğan,
hürmete layık bir mahmurlukla -ki genç şair bunu evvela açlıktan
zannetmişti- ruhun ölmezliğinden ve değişmelerinden; fani olan eşyanın
ebedi olan hayata ve fani olan hayatın ebedi olan eşyaya karşı
vaziyetlerinden ve -kendilerinin buldukları- ebedi hakikate varmak
felsefesinden; ezeli ve felsefi hayatın lezzet ve feragatiyle dünya
hayatının ve zevklerinin süfliliğinden -ta belediye reisinin verdiği
mükellef ziyafete geç kalmamak için bu asil konuşmayı kesinceye kadar-
coşkunca bahsettiler.
ve diğer bir şehirde, gür beyaz kaşlı,
damarlı elli meşhur biyoloji alimleri genç şaire karıncaların öğleden
sonraki yaşayışları hakkında yeni nazariye ve tahminleri ihtiva eden
yirmi muazzam ciltlik kitaplarını hediye ettiler.
ve çalımsız bir
evde, şatafatsız bir masanın başında toplanan beyaz ve nazik elli, ince
yüzlü, parlak ve uzun saçlı, sihirli sözlü şairler, -muhayyilenin
genişlemesine pek ziyade yardım eden- bir kağıt oyunuyla meşgul
olurlarken şiirden, sanattan ve bilhassa estetikten bahsettiler. ve ona
daha fazla alaka göstermek isteyerek önlerindeki küçük para kümesini
bitiriveren bu kamil ölmezlerden bazıları, eve hülyalı bir loşluk veren
sönük kandilin ışığında, derin ve binbir renkli şiirlerini okudular.
ve
keskin kokulu portakal bahçelerinde, erguvan renkli güller arasında, ay
ışığının renklerini aksettiren firuze yüzükler, opal taşından küpelerle
dolaşan va küçük bir kuşa benzeyen başlarını şairin ipek harmanisinin
arasına saklayan sevgilileri veya büyük bir gece şenliğine lahur
şalından sarıkları, zebercet saplı asalarıyla, gümüş bilezikli zenci
köleler arasında gelen ve firdevsi’yi imrendirecek ilahi cenk
kasidelerini gülümseyerek dinleyen uzun bıyıklı, heybetli sultanları
onun taze muhayyilesinde yaşattılar.
ve genç şair altı ay
memleketin velut (doğurgan, çok eser veren) ve bakir sanatkarları
arasında seyahat etti. köyün birinde, geniş yapraklı çınarların altında,
rutubet kokan hasırlara oturarak, tepelerindeki saçları kazınmış
buruşuk yüzlü ihtiyar saz şairlerini dinledi. ve onlar buna öyle
kahramanları terennüm ettiler ki, zürafalar gibi koşan beyaz atlarıyla
bir akbaba sürüsü halinde şehre iniyorlar ve korkudan ovalara kaçan
ahali arasından ince vücutlu, pembe topuklu kızları beygirlerinin üstüne
alarak kaçırıyorlardı.
ve öyle babayiğitlerden bahsettiler ki,
ormanlarda bir kaplan gibi hüküm sürüyorlar ve kendilerine uykuda baskın
veren yirmi tane düşmana, hiçbir silahın işlemediği dev gibi
vücutlarıyla saldırarak onları sansarın önündeki civcivler gibi
dağıtıyorlardı.
ve başka bir köyde, deniz kenarındaki isli bir
kayıkçı kahvesinde küçük boylu, seyrek bıyıklı bir aşık, elindeki
minimini kemençeyle binbir türlü korkunç ve hayret verici deniz
maceralarını haykırıyordu.
ve genç şairin gözünün önünde, tek
yelkenli bir taka ile muazzam kalyonlara hücum eden, sahildeki
kasabaları dehşet içinde bırakan iri palalı, çıplak kollu kabadayılar;
veya alçak küpeşteli alamanalar (büyük kayık), aykırıseren cırnıklarla
açık denizlere uzanarak mücevher ve esir yüklü tüccar gemilerini soyan
gözü yılmaz korsanlar geçit resmi yapıyorlardı.
ve o, bu basit
çalgıların belki cırıltıdan fark edilemeyecek olan nağmelerinde herhalde
derin bir şeyler bulunması lazım geldiğini hissediyordu.
ve genç şair altı ay memleketin bütün şehirlerini dolaştı ve orada ağlayanları ve gülenleri gördü.
büyük
bir konağın geniş salonunda raks ve kahkahadan yorulup terleyenler
serin şerbetlere, buzlu yemişlere koşarlarken, kristal pencerelerden
dışarı süzülen ışıkta, soğuktan donan ayaklarını avuç avuç karla ovmaya
çalışan ihtiyarları gördü.
kucağında taşıdığı aç çocuğu yaşatmak
için sarhoşların arkasından koşan kadınları; ve karnında taşıdığı
günahsız çocuğu öldürmek için hekimlerin cebine beyaz alevli inci
salkımları koyan kadınları gördü.
kardan ve rüzgardan koruyan bir
dükkan kepengi altında başını bir köpeğin sırtına dayayarak uyuyanları
ve güzel ısınmış odalarda, çin ipeği örtülü yataklarda, nakris (nikris
olmalı. halk arasında damla hastalığı denir. parmaklarda, topuklarda,
eklem yerlerinde olur. tıpta gut adıyla geçer.) ağrılarıyla kıvranarak
uyuyamayanları gördü.
aptalların tahakkümüne, günahsızların
cezalanmasına; faziletin susmasına ve ihtirasların gürültüsüne, hikmet
ehlinin tahrik edildiğine ve nadanların alkışlandığına şahit oldu.
ve tam bir buçuk sene sonra, altın bir kalemle altın ciltli bir deftere geçirdiği şiirleri sevgilisine yolladı.
..
fakat bu defter, bir arap hançeriyle yazılmış gibi keskin satırları taşıyan bir cevapla geri geldi.
-hayret,
ey genç şair!- diyordu, -öyle güzel şeyler yazıyorsun ki, yüzyıllardan
beri sahipsiz duran sanatkarlık tacı senin başını süslemek için herhalde
acele edecektir. ve hükümdarlar, sana bitip tükenmez şereflerin erguvan
renkli maşlahını giydirmek için saraylarının geniş bahçelerinde
muhteşem ziyafetler hazırlayacaklardır.
halbuki ben gene senden uzak kalacağım…
felsefelerini,
ey şair, en ele avuca sığmaz kafaları bağlayacak kadar kuvvetli ve
güzel laflarla dolu olan felsefelerini senden evvel eflatun ve daha
birçokları kandırıcı bir belagatle ve fazlasıyla tekrar etmediler mi?
kabadayılık
ve savaş destanların o kadar tesirlidir ki, çin’in hiç durmadan uyuyan
afyonkeşleriyle, hind’in yıllardan beri kımıldamayan fakirlerini,
priyamus’un kahraman milleti veya rüstem’in korkusuz arkadaşları gibi
azgın dövüşlere, şanlı yiğitliklere sürükleyebilir.
fakat bu yolda homeros’un senden daha coşkun, firdevsi’nin daha usta olduğunu inkar edebilir misin?
gezdiğin
yabancı yerlerin büyüleyici kokusunu ruhlarımıza benzersiz bir
ustalıkla üflüyorsun, fakat şüphesiz byron da seyahatlerini anlatırken
güzellik ve ustalıkta senden daha aşağı değildi.-
ve genç şair
ipek minderlere ateş gibi gözyaşları dökerek düştü. o kadar çok
seviyordu ve şimdiki ıstırabı o kadar büyüktü ki artık hiçbir şey onu
yatıştıramaz sanılırdı. evvela iki yumruğunu dişleriyle ısırarak ve
ayaklarının ucuyla kadife sediri parçalayarak hıçkırıyordu. fakat biraz
sonra birdenbire fırladı; susmuştu. gözlerinde yaş yerine alelacayip bir
parıltı vardı. yavaş yavaş loş bir karanlığa dalan odaya alnından,
gerilen ve birdenbire daha genişlemiş görünen alnından, beyazımtırak bir
ışık yayılıyordu. odanın aynı koyu lacivert tülle örtülmeye başlayan
renkli eşyası ortasında fildişinden bir buda heykeline benzeyen vücudu
gittikçe büyüyor ve uzuyor gibiydi.
geriye atılmış başından
lülelerle saçlar çıplak omuzlarına dökülüyor, bir şeyi kucaklamak ister
gibi yumuşak bir hareketle ileri ve biraz yukarı uzanan kolları bir
mayıs gecesindeki hilali andırıyordu. gökyüzünün en uzak yerindeki birer
yıldız gibi kırpışan gözlerinin önünde kapkaranlık bir saha uzanıyordu:
siyah, gözleri kamaştıracak kadar siyah bir boşluk… ve bunun ortasında
ince bir yol vardı, kendi gözlerinden çıkan ve uzak, görünmez yerleri
dolaştıktan sonra yine oraya dönen ince, adeta bir bıçakla çizilmiş gibi
keskin ve beyaz bir yol, bir çizgi…
ve anladı ki, ihtişam ve büyüklüğe, gizli hakikatlere ve ölmez güzelliğe giden yol bu…
oraya koşmak ister gibi atılırken, üzerlerindeki gözyaşı hala kurumayan yastıklara düştü.
..
ve genç şair tam iki sene hiçbir insanın giremediği hudutsuz kum çöllerinde dolaştı.
ayrı,
her şeyden, herkesten ayrı ve uzak kalmak, yalnız kendisini dinlemek,
yalnız kendi düşünebileceği gibi düşünmek istiyordu. sakız gibi
çiğnenmiş güzelliklerden, bir dua kadar çok tekrar edilmiş yeni
fikirlerden eser bulunmayan bu çölde hiçlik ve… güzellik hüküm
sürüyordu: ne canlı kumları güneşin ve ayın bakışlarından saklayan
münasebetsiz bir ağaç, ne durmadan sızan bir yara gibi etrafını kirleten
bir su, ne de üzerinde şairlerin zevzeklik edebilecekleri bir çiçek
görülüyordu.
ve işte burası güzeldi.
çünkü burada yalnız güneş, ay ve kum vardı… bir de rüzgar.
ve bunlar büyük, güzel ve sarihtiler (açık, belli, belirgin).
evet,
büyüklüklerine rağmen sarih… ne bir nebattaki karmakarışık, anlaşılmaz
değişmeler, ne bir hayvandaki içinden çıkılmaz ve dehşetli yaşayış
hareketleri, ne bir dimağdaki kökü bilinmez hisler ve düşünceler… burada
insan ruhunun en çok susadığı ve muhtaç olduğu bir vuzuh (açıklık)
vardı ve bunu şairin vücudundan başka hiçbir şey bozamıyordu.
bu
vuzuh, korkunç bir karışıklığın görmek kudretinden mahrum olan
gözlerimizdeki tecellisi de olabilirdi, buna rağmen herhangi çelimsiz
bir mahlukun mütecessis (meraklı) kafalarımızda sıraladığı mızmız
sorguları tekrar etmiyorlardı.
ve o, zihni hiçbir sorgu çengeline
takılmadan düşünebiliyordu. işte böylece bu mutlak güzelliğin içinde
yıkandı, yıkandı… geceleri ayın ışığı altında insana kımıldıyormuş gibi
gelen kumlara yüzükoyun yatarak başını bu minimini zerrelere gömüyor ve
onlar, her nefes alışında ağzına, burnuna dolmak isterlerken, o
gözlerini içine çevirerek kendine bakıyordu. anlıyordu ki yazılacak
şeyler, güzel ve hakiki şeyler yalnız orada var…
fakat o burada
maddi elemlerin en acılarını tattı. çünkü gündüzün çöl bir maden eritme
ocağına dönerdi. birer kıvılcım olam kumlar, derisini yırtarlar,
güneşten su halinde akan alevler sırtını yalar ve ensesini delerek
beynine kadar dökülürlerdi.
ara sıra bir hurma ağacı aramak ve su
tulumunu doldurmak için çölün kimsesizliğinden ayrılırken -ki nihayet o
da bir insandı ve yaşamaya mecburdu- ayaklarının altında kımıldayan,
kayan ve çöken bir zemin hissederdi. ve bazan dizleri dermansızlıktan
kırılarak bu dikenli yatağa uzanır ve midesinin dimağına kalkıp
ilerlemek, uzuvlarına böylece uzanıp kalmak için verdiği birbirine zıt
emirlerin feci mücadelesine şahit olurdu.
fakat o bunların bağırmalarını susturduktan sonra yine çöle büyüklük ve tenhalık ülkesine dönmekte acele ederdi.
hiçbir
zaman susmayı bilmeyen kalbi hemen her gün sevgilisini, evini, bütün
bıraktığı yerleri yavaş fakat keskin bir sesle fısıldar ve o, göğsünün
içinde birbirine muvazi (paralel) birçok bıçakların hep beraber hareket
ettiklerini hissederdi.
fakat iki sene sonra, sertleşen ve
kararan bir deri, gözlerinin kenarında derinleşen çizgilerle burayı terk
ettiği zaman, büyüklük ve güzelliği, acıyı ve hasreti yüz yüze
tanıyordu.
ve genç şair iki sene engin denizleri ve şimalin buz sahralarını dolaştı.
deniz…
işte bu da muazzam ve nefis bir şeydi… kendisini gezdiren geminin
güvertesine uzanarak uzaklara, ta uzaklara bakar ve kesik kesik nefes
alan sulardan başka hiçbir şey görmezdi.
çöl ve deniz hemen hemen
aynı şeylerdi: her ikisinde de aynı büyüklük, aynı ağırbaşlı sessizlik
veya aynı heybetli ve derin bağırmalar… ve denizde de, küçük, minimini,
sinirlendirici teferruat yoktu. insan orada yalnız renkten renge giren
su damlaları ve devlere benzeyen bir mahlukun yavruları gibi
birbirleriyle oynaşan hoyrat dalgalar görebilirdi… sonra bitmez tükenmez
bir genişlikle karanlık ve sıkı bir derinlik… ve bütün bunlar onu
manasız bir tecessüse değil, düşünmeye sevk ederlerdi.
ve sonra buz sahraları…
beyaz,
temiz, günlerce uzanan bu yerlerde, gösterişsiz bir kibarlık ve incelik
vardı. sade, şatafatsız, fakat güzel ve tatlı olmanın sırrını ancak bu
şekilsiz kar tepeleri keşfedebilmişlerdi.
her şeyi hayattan
uzaklaştıran, hiçbir zaman yenilmeyen dehşetli bir kudretleri olduğu
halde, mütevazı ve kibardılar. ne gururdan doğan bir süs, ne kendini
beğenmeyi gösteren bir ses…
ve işte genç şair fırtınalı
denizlerden, soğuk buz sahralarından ayrılırken, dünya hudutlarını aşan
bir genişlik ve derinliği, necip (temiz, soylu) kalplere mahsus olan bir
kibarlığı ve esaslı kıymetlerin bir tek elbisesi olan tevazuu içinde
taşıyordu…
ve genç şair iki sene dünyayı rastgele dolaştı. bu
sefer gördüğü şeyler onu hayretten hayrete düşürüyordu. halbuki değişen
hiçbir şey değil, sadece kendi görüşüydü.
evvelce fazilet diye
baktığı şeylerin birer merasim ve gösterişten ibaret olduğunu ve asıl
iyiliğe yalnız ahlak münakaşalarında veya akıllı nasihatlarda
rastlanabildiğini, namuslu olabilmek için başkalarının namusuna dil
uzatmanın, kirlenmeden yükselebilmek için temiz alınlara basarak
çıkmanın yeter olduğunu ve daha buna benzer birçok şeyleri gördükçe
şaşkınlığı büsbütün artıyordu. fakat o, böylece ahmaklık ve aciz isimli
mahluklarla, bunların çocukları, küstahlık ve riya adlı iki zavallıyı
tanımış oldu.
ve ayrılırken kalbinde yalnız ufuksuz bir merhamet, yeis veya hiddeti manasız bulan bir rikkat (yufkalık, incelik) hissetti…
işte
genç şair şaheserini bilinmeyen ve bulunmayan kumaşlardan dokumak için
yaptığı bu seyahatten dönüşünde, içinde allahla boy ölçüşen bir kuvvet
kımıldıyordu. çünkü şimdiye kadar yazanların ancak var olduğunu
bildirdikleri şeye o bizzat erişmişti.
üç ay uğraşarak derin
manalı, renkli kelimelerden bir elbise giydirdiği şaheserinin her
sahifesi onun çölde kavrulan ve kutuplarda gerilen muzdarip derisinin
bir parçasıydı ve bir sevinci bağırmak, bir elemi ağlamak veya
bulutlardan yüksek bir fikre ulaşmak için durmadan kımıldayan satırlar
coşkun sinirlerinden örülmüştü. ve o bu satırlardaki kelimeleri -vakit
vakit bir sabah yıldızının belirsiz ışığı gibi ince, felaketin gözleri
kadar keskin, yalanın dudakları kadar yumuşak ve bir çocuk rüyası kadar
tatlı sesler veren kelimeleri- gözlerinin kenarındaki derin çizgilerden
işledi.
lazım gelen yüksek ve temiz asilliği eserine büsbütün
verebilmek için de, onu yazdığı müddetçe insanların arasına karışmadı.
ve siyah bir kalemle, siyah meşin ciltli bir deftere yazdığı şiirleri
sevgilisine yolladı…
..
bu sefer genç kız, gözlerinde
gurur ve hayretin parıltısı, hareketlerinde hasret ve isteğin acelesi
olduğu halde bizzat geldi. boynuna atılarak onu öptükten sonra böyle
haykırdı:
-genç şair, genç şair, ey benim sevgilim! artık hiç…
hiç kimse seni aşamayacak; sen peygamberleri gıptaya düşürecek şeyleri
yarattın, sen insanları yaşamaya veya öldürmeye sürükleyebilecek şeyleri
yazdın. güneş senden daha sıcak, gökyüzü daha geniş, ilkbahar
rüzgarları daha canayakın değildir.
ve sen bunları yalnız benim için yaptın.
ey genç şair, ey benim sevgilim!
artık
hiçbir kadının benimle bir olmadığını hissediyorum. artık leyla benim
yanımda minimini ve jülyet pek zavallıdır, ben beatrice’ye bile gururla
bakıyorum ve bundan sonra süleyman’ın sevgilileri de benimle boy
ölçüşemeyeceklerdir. ebediliğe senin kolların arasında süzüleceğim
sevgilim ve yüksekte, en yüksekte uçacağız.
ey sevgilim, yalnız benim sevgilim!
şimdiye
kadar hep sana koşmak için çırpındığı halde yenilmez bir gururun
emirlerini dinlemeye mecbur olan kalbim bak, içindekileri anlatmak için
acele ediyor. o gururum ki, fanilerden birine meyli olduğu için gönlümü
bir ısırgan demeti gibi dalamıştı, şimdi sana bunları söylemekte bir haz
buluyor.
-mademki uzun senelerin hasreti içimizde yaramaz bir
çocuk gibi tepinmektedir, gel, birbirimizin olalım ve sen bana aşkın da
ebedilik kadar tatlı ve güzel olduğunu anlat… gel, beni kollarının
arasında sık…-
fakat genç şair onu kollarının arasında sıkmadı.. çünkü hiçbir şey işitmemişti.
sevgilisinin,
sedirlerden birinin üzerine bıraktığı şaheseri parmaklarıyla
karıştırırken sihirli satırlar onun gözlerini, elinde olmayarak,
çekmişler ve o, derin bir hayret içinde kendinden geçerek, bunları
okumaya başlamıştı.
yarattıkları o kadar güzeldi ve şairi o kadar
kuvvetle çekiyorlardı ki, sevgilisinin: -beni işitmedin mi şair!- diye
bağırdığını bile duymadı.
ve ancak genç kız onu omuzlarından
yakalayınca kendine geldi. kızın gözleri, kafasının içindeki herhangi
bir ateşten kaçarak dışarı fırlamak isitiyormuş gibi yanıyordu.
dudakları titreyerek tekrar etti:
-beni dinlemedin mi şair? sana söylediklerimi işitmedin mi?-
-ne
söyledin sevgilim?- diye cevap verdi, -beni affet, biliyorum ki tamiri
kabil olmayan bir şey yaptım. ama bunun sebebi senin için yazdıklarımın
yine sana benzeyen güzellikleriydi. aşkın sesinden uzak kalan kalpleri
hasretin ne hallere koyduğundan bahseden satırlarım, beni seslerin en
canayakınını dinlemekten alıkoydu. tekrar et sevgilim, söylediklerini
benim için tekrar et…-
genç kız biraz düşündü. yüzü beyaz, bir kuğunun tüyleri kadar beyaz olmuştu. başını ağır ağır kaldırarak sordu:
-hiç, hiçbir şey duymadın mı?-
-hiçbir şey sevgilim, fakat tekrar et-’
o zaman boğuk ve yeisini örtmek isteyen bir sesle tekrar başladı:
-kitabını
okudum genç şair, yalnız harikuladeliklerle, yalnız insanı saran
güzelliklerle doluydu. ve senin herkes gibi olmadığını haykırıyordu.
senden daha fazla uzak kalmak istemem ey şair!..-
burada
dudaklarını yakıcı bir gülüşle ısırdı; gözleri, donuk ve karanlık,
şaire dikildiler, dimdik baktılar. o bir kadın, baştan aşağı bir
kadındı… dişlerini sıktı, onların arasından, keskin, ağır bir sesle:
-yalnız…-
dedi, -yalnız bu kitap dehanı ve kudretini bana gösterdikten sonra
aramızda lüzumsuz olmaya başlıyor… ve görüyorum ki o seni hemen hemen
benim kadar alakadar edecek…
hiç buna imkan var mı şair? senin
kafanda, ruhunda, hatta en ufak bir hüceyrende (hücrende) bile benden
başkasının yer almasına tahammül edebilir miyim?
şu halde
büsbütün senin olmam için bu engelin ortadan kalkması lazım. ve sen
benim için yazdığın bu kitabı yine benim için yok etmekte eminim ki
tereddüt etmeyeceksin, hatta bunu ben yapacağım.-
ve genç şairin elinden çekip aldığı şaheseri, orada, mercan alevlerle yanan ocağa fırlattı.
ve
bir feryat, duvarları sarsan, havayı karıştıran, yüzyıllık ağaçların
fırtınada devrildikleri zaman yaptıkları gürültüye, ormana bir yıldırım
düştüğü zaman vahşi hayvanların kopardıkları çığlıklara, ateş saçan bir
yanardağın geniş çatlaklarından fırlayan boğuk ve yırtıcı ıslıklara
benzeyen bir feryat genç şairin göğsünden fırladı…
ve o, kendisini oraya, minimini alevlerin kitabın meşin cildini ağlayışlı bir çıtırtıyla büktükleri ocağa doğru attı.
fakat genç kız daha evvel koşarak ocağın önünü vücuduyla kapatmıştı. vahşi bir gülüşle: -çekil!- dedi.
erkek,
ki o zamana kadar gözlerinde sonsuz bir tatlılık ve ilahilikten başka
bir şey bulunmazdı ve hareketleri devamlı bir çekingenliğin ağırlığını
taşırdı, birdenbire buğulanan bakışlar, pençe haline giren kollarla
oraya hücum etti ve her iki ağızdan birden fırladı: -çekil!..- ve
hiçbirisi çekilmedi…
o zaman aralarında öyle korkunç bir mücadele
başladı ki, köpüren ağızlardan feci soluklar ve hırıltılar çıkıyor,
duvarlara şiddetle çarpan kafalar orada kanlı saç demetleri bırakıyordu.
birdenbire erkek, genç kızı -gittikçe artan dermansızlığına ve erkeğin
yüzünü parçalarken dökülen tırnaklarına rağmen vücudunu ocağın önünden
ayırmayan genç kızı- boğazından yakaladı; kendininkilere korkunç bir
sebatla bakan büyük ve kanlı gözler hareketsiz kalıncaya kadar sıktı.
sonra,
kollarının arasında yavaş yavaş gevşeyen, kanla bulaşık olmayan yerleri
ezik bir sarılık alan vücudu yere bırakarak ocağa eğildi, gittikçe
hafifleyen alevlerin arasından meşin kitabı aldı.
kavrulan,
şeklini kaybeden bu ateşten cildi açtığı zaman yere ancak bir avuç
mavimtırak kül döküldü… ve bunu gören şair oraya, boylu boyunca yatan
ölünün üstüne -bir kadının elinden kurtaramadığı şaheseriyle beraber-
cansız yıkılıverdi…
(sabahattin ali, 1929)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder